“A kinder, more gentle philosophy of success” Alain de Botton Ted Talk :
“Kariyer krizleri…
Bir Pazar akşamı, tam güneş batmaya başlarken kendime dair umutlarımla hayatımın gerçeği arasındaki mesafe o kadar acı verici bir şekilde açılmaya başlar , normalde bir yastığa ağlarım. Bunları söylüyorum çünkü bunun sadece kişisel bir sorun olmadığını düşünüyorum. Bunda yanıldığımı düşünebilirsiniz ama sanırım hayatlarımızın düzenli olarak kariyer krizleriyle kesintiye uğradığı, hayatlarımız hakkında, kariyerlerimiz hakkında bildiğimizi sandığımız şeylerin tehdit edici bir gerçeklikle temasa geçtiği anlarla dolu bir çağdayız.
İyi bir hayat kazanmak artık belki de her zamankinden daha kolay. Ama sakin kalmak, kariyer kaygısından kurtulmak belki de her zamankinden daha zor. Neden bu kariyer krizlerinin kurbanları oluruz?
Bir nedeni züppelikle ilgili gerçek bir sorun olması ve züppelik küresel bir olgu. Züppe nedir? Züppe, sizin küçük bir parçanızı alıp kim olduğunuza dair eksiksiz bir vizyona ulaşmak için kullanan kişidir. Bu züppeliktir. Günümüzde var olan baskın züppelik türü, iş züppeliğidir. Bir partide dakikalar içinde bununla karşılaşırsınız, 21. yüzyılın başlarındaki o ünlü ikonik soru soru: “Ne yapıyorsun? (meslek) “Ve insanların tavrı bu soruyu nasıl yanıtladığınıza göre değişir. ,insanlar ya sizi görünce inanılmaz sevinirler ya da saatlerine bakıp bahaneler uydururlar.
Bir züppenin zıttı annendir. İlla sizin anneniz ya da benimki değil ama ideal anne, sizin başarılarınızı umursamayan biri. Ama ne yazık ki çoğu insan bizim annemiz değil. Çoğu insanın bize vermeye istekli olacağı zaman vb sosyal hiyerarşideki konumumuz tarafından tanımlanıyor.
Ve kariyerlerimizi bu kadar önemsememizin ve gerçekten de maddi malları bu kadar önemsememizin nedenlerinden biri budur. Bilirsiniz, bize sık sık materyalist zamanlarda yaşadığımız, hepimizin açgözlü insanlar olduğu söylenir. Bense özellikle materyalist olduğumuzu düşünmüyorum. .Bazı duygusal ödülleri basitçe maddi zenginliklere bağlayan bir toplumda yaşadığımızı düşünüyorum. İstediğimiz şey aslında maddi şeylerin kendisi değil. İstediğimiz maddi şeylerle gelen duygusalödüller. Evet bu lüks mallara bakmanın yeni bir yolu. Bir dahaki sefere Ferrari kullanan birini gördüğünüzde “Bu açgözlü biri” diye düşünmek yerine “Bu inanılmaz derecede kırılgn ve sevgi ihtiyacı olan biri ” diye düşünebilirsiniz. “Başka bir deyişle –küçümseme yerine sempati hissedin.
Sakin hissetmenin şimdi her zamankinden daha zor olmasının başka nedenleri de var. Bunlardan biri ve bu paradoksal çünkü oldukça güzel bir şeyle bağlantılı, hepimizin kariyeri için sahip olduğu umut.
İnsanların yaşam süreleri boyunca neler başarabilecekleri konusunda daha önce hiç bu kadar yüksek beklentiler olmamıştı. Bizlere birçok kaynaktan herkesin istediği her şeyi başarabileceği söylendi.Kast sistemini kaldırdık.Artık herkesin istediği herhangi bir konuma yükselebileceği bir sistemdeyiz. Ve bu güzel bir fikir. Bununla birlikte bir tür eşitlik ruhu da var. Hepimiz temelde eşitiz. Kesin olarak tanımlanmış hiyerarşi seviyeleri yok görünüyor.
Bununla ilgili gerçekten büyük bir sorun var ve o sorun kıskançlık. Kıskançlık, kıskançlıktan bahsetmek gerçek bir tabu ama modern toplumda baskın bir duygu varsa, o da kıskançlıktır. Ve aslında tam da bu eşitlik ruhuyla bağlantılıdır. Açıklayayım. Bence buradaki herkesin veya izleyen herkesin İngiltere Kraliçesini kıskanması çok sıra dışı olur.O sizden çok daha zengin olmasına rağmen onu kıskanmamızın nedeni çok tuhaf olması. O sadece çok tuhaf ( benzerlik ilişkisi kurulamayacak kadar). Onunla ilişki kuramıyoruz. Komik bir şekilde konuşuyor. Garip bir yerden geliyor. Bu yüzden onunla ilişki kuramıyoruz. Ve biriyle ilişki kuramadığında, onları kıskanmazsın.
İki kişi, yaş olarak, geçmiş olarak, özdeşleşme sürecinde ne kadar yakınsa, kıskançlık tehlikesi o kadar artar — bu arada, hiçbirinizin bir okul toplantısına gitmemesinin nedeni de budur — çünkü o toplantılardan daha güçlü bir referans yoktur. Ama genel olarak modern toplumun sorunu, tüm dünyayı bir okula dönüştürmesidir. Herkes kot pantolon giyiyor, herkes aynı. Ama yine de değiller. Yani derin eşitsizliklerle birleşen bir eşitlik ruhu var. Bu da çok — çok stresli bir duruma yol açabilir. 17. yüzyılda Fransız aristokrasisinin saflarına geçme ihtimaliniz ne kadar düşükse, bugünlerde Bill Gates kadar zengin ve ünlü olmanız da o kadar olası değil. Ama asıl mesele şu ki, öyle hissettirmiyor. Dergiler ve diğer medya kuruluşları, enerjiniz, teknoloji hakkında birkaç parlak fikriniz ve bir garajınız varsa sizin de büyük bir işe başlayabileceğinizi hissettiriyor.
Ve bu sorunun sonuçları kitapçılarda kendini hissettiriyor. Büyük bir kitapçıya gidip kişisel gelişim bölümlerine baktığınızda, benim bazen yaptığım gibi, bugün dünyada üretilen kişisel gelişim kitaplarını incelerseniz. , temelde iki tür vardır. Birinci tür size, “Bunu yapabilirsin! Başarabilirsin! Her şey mümkün!” diyenler , diğer tür de “düşük kendine saygıyla nasıl baş edersin, nasıl iyi hissedersin” diyenler… İnsanlara her şeyi yapabileceklerini söyleyen bir toplum ile düşük benlik saygısının varlığı arasında gerçek bir korelasyon, gerçek bir korelasyon var.
Neden kariyerimiz hakkında, bugün dünyadaki statümüz hakkında her zamankinden daha fazla endişeli hissediyor diğer bir nedeni de yine güzel bir şeye bağlı; ve bu güzel şeye meritokrasi deniyor.
Herkes, tüm politikacılar, meritokrasinin harika bir şey olduğu ve hepimizin toplumlarımızı gerçekten, gerçekten meritokratik hale getirmeye çalışmamız gerektiği konusunda hemfikirdir. Meritokratik bir toplum nedir? Meritokratik bakış açısına göre “ yeteneğin, enerjin ve becerin varsa zirveye çıkarsın, hiçbir şey seni engellememeli”. Bu çok güzel bir fikir. Sorun şu ki, zirveye çıkmayı hak edenlerin zirveye çıktığı bir topluma gerçekten inanıyorsanız, aynı zamanda, ima yoluyla ve çok daha kötü bir şekilde, hak edenlerin zirveye çıktığı bir topluma da inanıyorsanız, dibe vuranların da ( kendi yeteneksizlikleri nedeniyle ) dibe vurmayı ve orda kalmayı hakettiğini inanıyorsunuz demek. Başka bir deyişle, hayattaki konumun tesadüfi değil, hak edilmiş gibi görünmeye başlar. Ve bu, başarısızlığı , kişi için çok daha ezici bir hale getirir.
Biliyorsunuz, Orta Çağ’da, İngiltere’de, çok fakir bir insanla karşılaştığınızda, o kişi “talihsiz” olarak tanımlanırdı – kelimenin tam anlamıyla, talih tarafından kutsanmamış biri, talihsiz. Amerika Birleşik Devletlerinde , bugün, toplumun en altından biriyle tanışırsanız, kaba bir şekilde “kaybeden” olarak tanımlanır. Talihsiz ile kaybeden arasında gerçek bir fark vardır ve bu, toplumdaki 400 yıllık evrimi ve kimin kim olduğuna dair fikrimizin nasıl değiştiğini gösteriyor. Bu noktada son durum şöyle ki; “Hayatımızdan artık biz sorumluyuz, talih yada tanrı değil, sürücü koltuğunda biz varız”
Bu, iyi gidiyorsanız muhteşem bir şey, ama işler yolunda değilse çok ezici. Sosyolog Emil Durkheim analizine göre, en kötü durumlarda, intihar oranlarının artmasına neden oluyor. Ve bunun nedenlerinden biri, insanların başlarına gelenleri son derece kişisel algılamaları. Başarılarını sahiplenmeleri ve ama aynı zamanda başarısızlıklarını da sahiplenmeleri.
Modern dünyada yaşayan insanlar olarak karşılaştığımız, ana hatlarını çizdiğim bu baskılardan rahatlama şansı var mı? Sanırım var. Ben sadece bir kaç tanesine değinmek istiyorum. Meritokrasiyi ele alalım. Herkesin geldiği yeri gelmeyi kendisinin hak ettiği fikri, ki bu çılgınca bir fikir iyi bir meritokratik fikir. Ben bu anlamda bir meritokratım. Ama gerçekten meritokratik bir toplum yaratacağımıza inanmanın delilik olduğunu düşünüyorum. Bu imkansız bir rüya.
Kelimenin tam anlamıyla herkesin, iyinin en üstte, kötünün en altta derecelendirildiği ve bunun olması gerektiği gibi yapıldığı bir toplum yaratma fikri imkansız. Çok fazla rastgele çok fazla faktör var: kazalar, ölümler doğumlar, insanların kafasına düşen şeyler, hastalıklar vb. Bunları not alıp da insanları asla olması gerektiği gibi derecelendiremeyeceğiz.
Aziz Augustine’in “Tanrının Şehri”ndeki çok güzel bir alıntısı dikkatimi çekti: “Herhangi bir insanı postuna göre yargılamak günahtır.” Modern zamanlar için , kartvizitlerine bağlı olarak insanlara değer biçiyor ve kiminle nasıl konuşmamız planlıyorsak durup düşünmeliyiz. Aziz Augustine’e göre, herkesi gerçekten yerlerine koyabilecek olan yalnızca Tanrı’dır. Benim gibi laik biriyseniz çılgınca bir fikir. Ama yine de bu fikirde çok değerli bir şey var.
Başka bir deyişle, iş insanları yargılamaya geldiğinde atlarınızı tutun- hold your horses -kontrollü olun . Birinin gerçek değerinin ne olduğunu tam olarak bilemeyiz. Çünkü bu onların bilinmeyen bir yanıdır. Ve bu biliniyormuş gibi davranmamalıyız.
Bir başka rahatlık kaynağı daha var. Hayatta başarısız olmayı düşündüğümüzde, başarısızlığı düşündüğümüzde, başarısız olmaktan korkmamızın nedenlerinden biri sadece gelir kaybı, statü kaybı değildir, başkalarının alay konusu olmaktan da çekiniriz.
Bildiğiniz gibi , günümüzde bir numaralı alay organı gazetedir. Bir gazeteyi haftanın herhangi bir günü açtığımızda, hayatını alt üst etmiş insanlarla dolu olduğunu görürüz. Yanlış kişiyle yatmışlar. Yanlış maddeyi aldılar. Yanlış yasayı çıkarmışlar. Her neyse. Ve sonra alay konusu… Başka bir deyişle, başarısız oldular. Ve “kaybedenler” olarak tanımlanıyorlar. Şimdi bunun bir alternatifi var mı? Bence Batı geleneği bize bir alternatif gösteriyor ve bu da trajedi. Trajik sanat, MÖ 5. yüzyılda antik Yunan tiyatrolarında geliştiği şekliyle, esasen insanların nasıl başarısız olduklarının izini sürmeye adanmış bir sanat biçimiydi ve onlara göre, sıradan hayatın onlara ille de bahşedemeyeceği bir düzeyde sempatiydi. Trajik sanatta neler olup bittiğini biraz öğrenmemiz gerektiğini savunuyorum. Hamlet’e ezik demek delilik olur. Kaybetmiş olsa da o bir kaybeden değildir. Trajedinin bize verdiği mesajı ve bu kadar çok çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Modern toplum ve bunun neden bu endişeye neden olduğu ile ilgili diğer bir şey de, merkezinde insan olmayan hiçbir şeyin olmamasıdır. Kendimizden başka hiçbir şeye tapmadığımız bir dünyada yaşayan ilk toplumuz. Kendimizi çok övüyoruz ve öyle yapmalıyız. Ay’a insan koyduk. Her türlü olağanüstü şeyi yaptık ve bu yüzden kendimize tapma eğilimindeyiz. Kahramanlarımız insan kahramanlardır. Bu çok yeni bir durum. Diğer toplumların çoğunun merkezinde aşkın bir şeye tapınma vardır: bir tanrıya, bir ruha, doğal bir güce, evrene, her ne ise, başka bir şeye tapınma. tapınmak.Bunu yapma alışkanlığımızı biraz kaybettik, bence bu yüzden özellikle doğaya çekiliyoruz. Sık sık bu şekilde sunulmasına rağmen sağlığımız için değil,bu kendi rekabetimizden ve kendi dramlarımızdan bir kaçış. İşte bu yüzden buzullara ve okyanuslara bakmaktan ve Dünya’yı çevresinin dışından düşünmekten vb. keyif alıyoruz. -insan ve bu bizim için çok önemli.
Sanırım bahsettiğim şey gerçekten başarı ve başarısızlık. Başarıyla ilgili ilginç şeylerden biri de onun ne anlama geldiğini bildiğimizi sanmamız. Size ekranın arkasında çok çok başarılı biri var desem, Aklınıza hemen bazı fikirler gelir. O kişinin çok para kazanmış, bir alanda ün kazanmış olabileceğini düşünürsünüz.
Peki başarının ne olduğu hakkında kendi fikirlerimiz var mı ?
Benim başarı hakkında edindiğim bir içgörü : Her şeyde başarılı olamazsınız. İş-yaşam dengesi hakkında çok fazla konuşma duyuyoruz. Saçmalık. Hepsine sahip olamazsın. O yüzden başarı hakkında herhangi bir vizyon neyi kazandığı kadar neyi kaybettiğini, kayıp unsurunun nerede olduğunu içermek ve kabul etmek zorunda. Ve az önce belirttiğim gibi , başarılı bir hayatla ilgili fikirlerimizin tamamı bize ait değil, diğer insanlardan edinilmiş…
Başarı fikirlerimizden vazgeçmemiz değil, onların kendimize ait olduğundan emin olmak ve onları derinlemesine incelememiz gerekli. Hayattan istediğini alamamak yeterince kötü ama ne istediğine dair yanlış bir fikre sahip olmak ve bir yolculuğun sonunda istediğin şeyin aslında o olmadığını öğrenmek daha da kötü.”
Çeviri- Düzenleme Alev
#endiselimoderndunya