Persona, Anima & Animus

” …Bildiğimiz kadarıyla öznel bir kabiliyet olmadan insan deneyiminin hatta bir deneyim olasılığının oluşması mümkün değildir. Peki bu öznel kabiliyet nedir? Sonuçta bu kabiliyet, insanın bu tür deneyimlere sahip olmasını sağlayacak doğuştan gelen psişik bir yapıya dayanır. Bu nedenle erkeğin bütün doğası, hem fiziksel hem de ruhsal olarak kadına ihtiyaç duyar. Erkeğin sistemi, nasıl su, ışık, hava, tuz, karbonhidratın var olduğu bir dünya için hazırlanmışsa, aynı şekilde başlangıçtan itibaren de kadına uyum göstermek üzere ayarlanmıştır. Erkeğin doğduğu dünya biçimi, fiili bir imge olarak onda zaten doğuştan gelir. Aynı şekilde ebeveyn, eş, çocuklar, doğum ve ölüm de psişik kabiliyetler olarak, fiili imgeler olarak doğuştan gelir. Bu a priori kategoriler, doğası gereği kolektif bir karaktere sahiptir. Bunlar, genelde ebeveyn, eş ve çocuk imgeleridir, bireyin kaderindeki kısmetler değildir. O nedenle bu imgeleri katı içerikten yoksun yani bilinç dışı olarak düşünmeliyiz. Bu kategoriler, tecrübi olaylarla karşılaştığında sadece katılık, etki ve muhtemel bilinç kazanır ki bu olaylar da zaten bilinç dışı kabiliyete temas eder ve onu yaşama yöneltir. Kategoriler bir anlamda atalardan kalma tüm deneyimlerimizin birikimidir fakat deneyimin kendisi değildir. En azından günümüzdeki bilgimizin sınırlı yapısında bize böyle görünürler

301. Kadının kalıtsal kolektif imgesi, bir erkeğin kadın doğasını idrak etmesiyle erkeğin bilinç dışında oluşur. Bu kalıtsal imge, ruhun dişilliği için üçüncü önemli kaynaktır.

Okuyucunun da anlayacağı gibi burada felsefi ya da dini ruh kavramı ile değil kısmi özerklik işlevine sahip yarı bilinçli psişik karmaşanın varlığının psikolojik bakımdan tanınması ile ilgileniyoruz. Açıkçası psikolojinin felsefe ve dinle az çok bir ilişkisinin olması gibi bu tanımın da felsefi ya da dini ruh tanımıyla iyi kötü bir ilişkisi vardır. Burada dileğim ne disiplinler arası bir savaşa kalkışmak ne de ruh olarak kastedileni filozof ve teologlara göstermek değildir. Bununla birlikte her iki grubun da ruh ile neyi kastetmek gerektiğini psikologlara göstermeye çalışmalarına engel olmak durumundayım. Din tarafından ruha safça eklenen kişisel ölümsüzlük niteliği, bilim açısından özerklik düşüncesinin zaten kapsadığı psikolojik bir damgadan \indicium\ fazlası değildir. Kişisel ölümsüzlük niteliği ilkellerin gördüğü gibi hiçbir şekilde ruhun değişmez niteliği değildir, hatta haddi zatında bir ölümsüzlük anlayışını da barındırmaz. Fakat bu görüşün bilim açısından tamamen erişilmez olduğunu bir kenara koyarsak artık ölümsüzlüğün en dolaysız anlamı basitçe bilincin sınırlarını aşan psişik bir etkinliktir. “Mezarın ötesi” ya da “ölümün diğer tarafı”, psikolojide “bilincin ötesi” anlamına gelir: Bundan da başka bir anlama gelmez çünkü ölümsüzlükle ilgili açıklamalar mezarın ötesindeki koşullar hakkında ahkam kesecek bir konumda olmayan bir canlı tarafından yapılıyordur.

303. Ruh karmaşasının özerkliği, belli ki bizden çok farklı bir dünyada yaşayan görünmez, kişisel varlık düşüncesini doğal olarak destekler. Dolayısıyla ruh etkinliğinin ölümlü özümüzle bağı olmayan özerk bir varlığın etkinliği olduğu düşünüldüğünde, bu, o varlığın belki de görünmez şeylerin dünyasında tümüyle bağımsız bir varoluşa öncülük etmek zorunda kalmasını düşünmeye yönelik bir teşebbüstür. Yine de bu bağımsız varlığın görünmekliğinin aynı anda neden ölümsüzlük içerdiği açık değildir. Ölümsüzlük niteliği, zaten kastetmiş olduğum diğer durumdan yani ruhun karakteristik olarak tarihsel yönünden kolaylıkla türetilebilir. Rider Haggard, Ayişe sinde bunun en iyi tanımlarından birini vermişti. Budistler, meditasyon aracılığıyla ilerleyici tekamülün, geçmiş enkarnasyon anılarını canlandırdığını söylediklerinde hiç şüphe yok ki aynı psikolojik gerçeklikten bahsetmektedirler. Tek fark onların tarihsel faktörü ruha değil Nefse {atman) yüklemiş olmalarıdır. Bu, ölümsüzlüğün hem duyguyla hem de gelenekle Benimizden ayırdığımız ve ayrıca dişil niteliklerden dolayı Benden farklılaştırdığımız ruha atfedildiği Batılı aklın dışa dönük niteliği ile de uyumludur. Ruhani kültürümüzün ihmal edilen içsel yanını derinleştirseydik, bir de üstüne ölümsüzlük niteliğinin belirsiz ruh (anima) figüründen kendiliğe aktarıldığı Doğulu akıl çerçevesine daha yakın bir dönüşüm bizde meydana gelseydi bu durum tümüyle tutarlı olacaktı. Çünkü bu, (açık bir şekilde ödünleme ve öz-düzenleme amacıyla) özünde ruhani ve ölümsüz bir figürü kümelememiş maddi nesnenin aşırı değerlenmesidir. Temelde tarihsel faktör, sadece dişil arketipe değil tüm arketiplere yani ister fiziki ister zihni her kalıtsal birime bağlıdır. Yaşamımız kuşkusuz hep olduğu gibidir: Bir başka deyişle hiçbir surette fani değildir. Çünkü binlerce yıldır insan aynı fizyolojik ve psikolojik süreçleri devam ettirir, yaşamdaki “ebedi” devamlılık sezgisi kalbimizin derinine işlemiştir. Ancak bütün canlı organizmayı kavrayan kapsamlı bir terim olarak kendilik, sadece tüm geçmiş yaşamın birikimini ve bütünlüğünü içermez aynı zamanda bir çıkış noktasını da barındırır, gelecek yaşamın doğduğu verimli toprak halini alır. Tarihsel yön kadar gelecek önsezisi de en içsel duygularımızı etkiler. Ölümsüzlük düşüncesi, bu psikolojik öncüller sonucundan meşru biçimde çıkar.

305 Persona, bireysel bilinç ve toplum arasındaki karmaşık ilişkiler sistemidir. Bir yandan başkaları üzerinde kesin izlenim yaratmak diğer yandan bireyin gerçek doğasını gizlemek için tasarlanmış yeterince uygun bir tür maskedir. Toplum, her bireyden kendisine verilen rolü mümkün olduğunca mükemmelleştirerek oynamasını bekler, daha doğrusu beklemek durumundadır. Yani bir papaz, resmi işlevlerini nesnel şekilde uygulamasının yanı sıra her dönemde ve her koşulda rahip rolünü mükemmel şekilde yerine getirmek zorundadır. Toplum, bunu bir tür teminat olarak talep eder. Herkes kendi yerinde kalmalıdır, bir yanda ayakkabı tamircisi diğer yanda şair bulunmalıdır. Hiç kimseden her ikisini de olması beklenmez. “Garip” karşılanacağından her ikisi de olmak uygunsuzdur, ikisini de olan bir kişi, diğer insanlardan “farklı” olacak ve güven vermeyecektir. Bu kişi akademik dünyada amatör, politikada “öngörülemez”, dinde özgür düşüncelidir — kısaca sürekli güvensiz ve beceriksizmiş hissi verir. Çünkü toplum, sadece şair olmayan bir ayakkabı tamircisinin usta işi tamirler yapabilmesine ikna olmuştur. Dünyaya dolambaçsız bir görünüm sunmak, pratikte önemli bir konudur: ortalama bir insan bir şeyi değerindeyken başarmak için o bir şey üzerinde durmalıdır, iki çok fazla olacaktır. Toplumumuz hiç şüphesiz bu tür bir ideal üzerine kuruludur. O nedenle ilerlemek isteyen herkesin bu beklentileri hesaba katmak zorunda olması şaşırtıcı değildir. Gel gör ki hiç kimse kişiliğini bu beklentiler içerisine tam olarak daldıramayacaktır. Bundan dolayı suni bir kişilik yapısı kaçınılmaz bir gerekliliktir. Uygunluk ve görgü talepleri, bir maskenin olduğunu varsaymak için ilave bir kandırmacadır. O nedenle maskenin ardında süren şeye “özel yaşam” denir. Bilincin, bize tanıdık gelen ancak acılı biçimde gerçekleşen, farklı iki figüre bölünmesi, bilinç dışı üzerinde etkisi olacak keskin bir psikolojik faaliyettir

306.Kolektif olarak uygun bir personanın oluşumu, dış dünya için müthiş bir tavizdir. Beni doğrudan persona ile özdeşleşmeye yönelik güdüleyen özgün bir fedakarlıktır, böylelikle insanların yaptıkları rolün gerçek olduğuna inanmaları sağlanır. Fakat bu tür bir tutumun “ruhsuzluğu” sadece görünüştedir çünkü bilinçdışı hiçbir koşulda çekim merkezinin bu değişimine müsamaha göstermeyecektir. Bu tür durumları eleştirel olarak incelediğimizde maskedeki mükemmelliğin, arkasında sürdürülen “özel yaşam” ile ödünlendiğini görürüz. Dindar Drummond bir defasında “hırçınlık, erdemin belasıdır” şeklinde hayıflanmıştı. Her kim kendisi için iyi bir persona oluşturursa bunun bedelini öfke ile ödemek zorundadır. Bismarck, histerik ağlama krizlerine girerdi; Wagner, ipek sabahlığının kemeri ile ilgili mektup yazmaktan keyif alıyordu; Nietzsche, “sevgili lama” diye hitap ettiği kız kardeşine mektuplar yazmıştı; Goethe, Eckermann ile sohbet ederdi vs. Fakat kahramanların sıradan kusurlarından daha incelikli şeyler vardır. Bir defasında çok saygın bir kişilikle tanışmıştım — hatta onun bir aziz olduğu bile söylenebilirdi. Uç tam gün boyunca onu izledim, hiç korkunç bir hata yaptığını görmedim. Aşağılık duygum kaygı verici bir şekilde arttı ve nasıl daha iyi hissedebileceğimi ciddi ciddi düşünmeye başladım. Dördüncü günde karısı danışma için bana geldi… O ana dek başıma hiç böyle bir şey gelmemişti. Fakat şunu öğrendim: personasıyla bütünleşen herhangi bir adam, tüm rahatsızlıklarını karısına rahatlıkla yönlendirebilir, hem de karısı bunu hiç fark etmeden, ve kadın kötü bir nevrozla kendi fedakarlığının bedelini ödediği halde.

Toplumsal bir rol ile bu özdeşleşmeler, çok verimli bir nevroz kaynağıdır. Bir erkek, eziyet çekmeden yapay bir kişilik uğruna kendinden kurtulamaz. Hatta bu kurtulma girişimleri, bütün olağan durumlarda, kötü ruh hali, duygulanımlar, korkular, saplantılı düşünceler, yanlışa düşmeler, kötülükler biçimindeki bilinç dışı tepkimelere neden olur. Toplumsal açıdan “güçlü adam”, özel hayatında genellikle sadece kendi duygu durumundan endişelenilen bir çocuktur. Toplum içerisindeki disiplini (bunu, başkalarından özellikle talep eder) içeride sefil bir şekilde parçalanır. “İşindeki mutluluğu”, evde hüzünlü bir görünüme bürünür. Onun “kusursuz” genel ahlakı, maskenin arkasından gerçekten tuhaf gözükmektedir — eylemlerden değil sadece fantezilerden bahsediyoruz. Bu tür erkeklerin eşlerinde anlatacak hoş hikayeler vardır. Özverili fedakarlıklarına gelecek olursak bununla ilgili kararı çocukları vermiştir. 8 Dünya, bireyi maske ile özdeşleştirmeye çanak tuttuğu sürece, erkekler içerden gelen etkilere teslim olurlar. “Yukarıdaki, aşağıdakine dayanır” der Lao-tzu. Karşıtlık, içerden çıkmak için zorlar yolunu, tıpkı bilinçdışının Beni personaya çeken aynı güçle Beni sindirmesi gibi. Personanın cazibesine karşı dıştan bir direncin olmayışı, benzer zayıflığın bilinçdışının etkisi karşısında içerde de olacağı anlamına gelir. Dışarda etkili ve güçlü bir rol oynarken bilinçdışından gelen her etki karşısında içerde feminen bir zayıflık gelişir. Ruh halleri, aşırılıklar, çekingenlik hatta (iktidarsızlık ile sonuçlanan) sönük cinsellik adım adım üstün gelir.

309.Persona, yani erkeğin olması gerektiği ideal resmi, içsel olarak dişil zayıflıkla ödünlenir ve birey dışarda güçlü adam rolünü oynarken, içsel olarak bir kadın yani anima haline gelir. Çünkü personaya tepki gösteren animadır. Fakat içsel dünya, dışa dönük bilinç için karanlık ve görünmez olduğundan ve bir erkeğin, zayıflığını anlayabilmesi azaldıkça persona ile özdeşleşmesi artacağından personanın karşıtı anima bütünüyle karanlıkta kalır ve yansıtılır, böylece kahramanımız karısının boyunduruğu altına girer. Eğer bu, kadının dikkate değer bir güç artışına neden oluyorsa kadın olumsuz şekilde kendini aklayacaktır. Özel yaşamda kocasının yani kahramanın değil kendisinin alt bir durumda olduğuna dair bir kanıt imkanı vermesiyle kadın daha aşağı derecede konumlanır. Buna karşılık kadın, kendi faydasızlığıyla istifini bozmadan, pek çoğuna gayet cazibeli gelecek şekilde, en azından bir kahramanla evlendiği yanılsamasını yaşatabilir. Bu küçük yanılsama oyunu genelde tüm yaşamın anlamı haline gelir.

310. Bireyleşme ya da kendini-gerçekleştirme amaçlan için bir erkeğin kendisinin ne olduğu ile kendisi ve başkaları için nasıl göründüğünü ayırt etmesi önemlidir. Tıpkı bu nedenle erkeğin, bilinç dışı ve özellikle anima ile kurulan görünmez ilişkiler sisteminin bilincinde olması gerekir, öyle ki kendisini animadan ayırt edebilsin. Ama tabi kimse kendisini bilinç dışı olan bir şeyden ayıramaz. Persona konusunda bir erkeğin, kendisinin ve faaliyet alanının iki farklı şey olduğunu netleştirmesi yeterlidir. Fakat bir erkeğin kendisini animadan ayırması çok zordur, çünkü anima epey görünmezdir. Öncelikle içerden gelen her şeyin, varoluşun en derinliklerinden doğduğu ön yargısıyla mücadele etmek zorundadır. “Güçlü adam”, belki de özel yaşamında disiplinsiz olduğunu kabul edecektir, fakat bunun sadece kendisinin bir “zayıflığı” olduğunu söyleyecek ve bir bakıma o zayıflıkla dayanışma içine girecektir. Bu eğilim içerisinde küçümsenmemesi gereken kültürel bir miras vardır. Çünkü erkek ideal personasının, sadece ideal animasından sorumlu olabileceğini fark ettiğinde bu idealler paramparça olur. Dünya belirsiz hale gelir hatta o bile kendisi için belirsiz hale gelir, iyilik ve kötülükle ilgili şüphelerle dolar ve kendi iyi niyetinden kuşkulanır. Kişi, kendimize özgü iyi niyet idealinin geniş tarihsel varsayımlarla ne kadar bağlantılı olduğunu dikkate aldığında ideallerimizi paramparça etmektense kişisel zayıflığa hayıflanmanın dünya görüşümüzle daha uyumlu ve daha tatminkar olduğu kolaylıkla anlaşılacaktır.

*

Artık persona ve genel olarak tüm özerk karmaşa için geçerli olan her şey, animayı gerçek kılar. Anima da aynı şekilde bir kişiliktir ve onun kadın üzerine kolaylıkla yansıtılmasının nedeni budur. Anima, bilinç dışı olduğu sürece daima yansıtılır, çünkü bilinç dışı olan her şey yansıtılır. Ruh imgesinin ilk taşıyıcısı daima annedir: Sonrasında ise ister olumlu ister olumsuz anlamda olsun bir erkeğin duygularını canlandıran kadınlar taşıyıcı olur. Anne, ruh imgesinin ilk taşıyıcısı olduğundan anneden ayrılma hassastır ve en fazla eğitsel önem barındıran konudur. Dolayısıyla ilkeller arasında bu ayrılmayı örgütlemek için tasarlanmış çok sayıda ayin görmekteyiz. Sadece erişkin olmak ve uzaklaşmak yeterli değildir; “Erkekler evindeki” ve yeniden doğum seremonilerindeki etkileyici kabul törenleri, anne etkisinden (ve dolayısıyla çocukluktan) tamamıyla ayrılmayı sağlamak için gereklidir. 315 Tıpkı babanın dış dünyadaki tehlikelere karşı bir koruyucu olarak hareket etmesi ve böylelikle model bir persona olarak oğluna hizmet etmesi gibi anne de psişenin karanlıklarından gelen tehlikelere karşı onu korur. Bu nedenle ergenlik ayinlerinde yeni üye, “diğer taraf’ın özellikleriyle ilgili talimatlar alır. Yani annesinin korumasından çıkmak için bir konuma girer.

316. Modern uygar insan, bu ilkel fakat hayranlık uyandırıcı eğitim sisteminden vazgeçmek zorunda kalmıştır. Sonuç, anne-imgesi biçimindeki animanın eşe transfer olmasıdır ve erkek evlenmesiyle beraber çocuksu, duygusal, bağımlı, itaatkar ya da insafsız, gaddar, aşırı duyarlı olur ve sürekli üstün eril itibarım düşünür. Hiç şüphesiz sonuç, sadece başlangıcın tersidir. Onun için annesi, bilinç dışına karşı koruyucu anlamına gelir ve bu modern erkeğin eğitiminde herhangi bir şeyle yer değiştirmemiştir; evlilik ideali, eşin bilinçsiz bir şekilde sihirli annelik rolünü devralmak zorunda olması şeklinde düzenlenir. İdeal olarak seçkin bir evliliğin örtüsü altında erkek gerçekten annesinin korumasını arar ve böylelikle eşinin sahip olduğu içgüdülerine koz verir. Bilinçdışındaki hesaplanamaz karanlık güce dair korkusu, karısına onun üzerinde meşru olmayan bir otorite verir ve evliliğin iç gerilimden sürekli patlama eşiğinde olduğu tehlikeli bir birliktelik oluşturur — yoksa erkek itiraz dışında aynı sonuçları barındıran başka aşırılıklara yönelir.

 Belirli tipteki modern insanın sadece persona’dan değil anima’dan da ayrılmayı kabul etmesi gerektiği kanısındayım. Zira Batı modelinde bilincimizin önemli kısmı dışa- dönük görünürken içsel dünya karanlıkta kalır. Fakat dışta değil özel yaşamlarımızda kendini açıkça gösteren psişik malzemeye aynı yoğunlaşma ve eleştiriciliği uygulamaya çabalarsak bu zorluğun üstesinden kolaylıkla gelebiliriz. Biz bu diğer taraf ile ilgili çekingen bir sessizliğe bürünmeye çok alışkınız – hatta bize ihanet etmesinler diye eşlerimizin karşısında titriyoruz — ve o taraf ortaya çıktığında acıklı “zayıflık” itirafında bulunmak için sadece tek bir eğitim metodu varmış izlenimine kapılıyoruz yani mümkün olduğunca zayıflığı baskılamak ve ezmek ya da onları en azından başkalarından saklamak istiyoruz. Fakat bu bizi hiçbir yere götürmez.

Muhtemelen örnek olarak personayı kullanırsam yapılması gereken en iyi açıklamayı yapabilirim. Anima tamamen karanlıktayken Batılılar için her şey yalın ve açıktır. Animanın, büyüleyici personanın aksine kederli bir özel yaşam tasarlayarak sürekli farkındalığı olan zihnin iyi niyetlerini engellemesiyle, personanın hayaletine sahip olmayan naif bireyin dünyada en sıkıntılı zorluklarla karşılaşması tam olarak aynıdır. Persona gelişiminde yetersiz kalan insanlar vardır.Avrupa’nın sahte nezaketini bilmeyen Kanadalılar gibi- görgüsüzlük yapan, tamamen zararsız ve masum, duygusal olarak sıkan ya da ilgi çeken çocuklar, veya her zaman yanlış anlaşılan, ne oldukları asla bilinmeyen, daima affedilmeyi cepte sayan, dünyayı umursamayan, umutsuz hayalperest, densiz ve korkunç hayali kötülük habercileri gibi  olan kadınlar, persona gelişimi yetersiz insanlara örnek olarak verilebilir.

Anima eğilimlerinin arkasında ne olduğunu araştırmak daha iyi bir tavsiye olacaktır. İlk adım, animanın nesneleştirilmesi olarak adlandıracağım adımdır, yani kişinin ayrılmaya yönelik eğilimini kendisinin zayıflığı olarak görmeyi kesin şekilde reddetmesidir. Sadece bu yapıldığında “Bu ayrılmayı neden istiyorsun?” sorusu ile birlikte kişi animayla yüzleşebilir. Soruyu kişisel biçimde yöneltmek, kişilik olarak animayı fark etme ve olası bir ilişki kurma avantajına sahiptir. Kişilik arttıkça anima da daha iyiye gider. 322 Tamamen düşünsel ve rasyonel biçimde ilerlemeye alışkın biri için bu bütünüyle gülünç görülebilir. Erkek, personasıyla iletişim kurmaya çalışırsa ki erkek bunu sadece psikolojik ilişkinin aracı olarak görecektir, tam anlamıyla bir saçmalık olacaktır. Fakat bu sadece personaya sahip bir erkek için saçmalıktır. Eğer sahip değilse erkek bu noktada bildiğimiz kadarıyla sadece bir ayağı gerçeklikte olan ilkel insandan çok farklı değildir. Diğer ayağı ise kendisi için oldukça gerçek olan ruhlar dünyasındadır. Model vakamız dünyada modern bir Avrupalı gibi davranmaktadır, fakat ruhlar dünyasında bir mağara adamının çocuğudur. Diğer dünyayı yöneten güçler ve faktörlerin doğru anlamını elde edene dek bir tür tarih öncesi anaokulunda yaşama uymalı dır. Dolayısıyla animaya özerk bir kişilik şeklinde davranması ve ona kişisel sorular yöneltmesi doğrudur. 323 Demek istediğim, bu gerçek bir tekniktir. Pratikte herkesin kendisiyle konuşmanın tuhaflığının yanında becerisine de sahip olduğunu biliyoruz. Ne zaman bir çıkmaza girsek kendimize (başka kim var ki?) ya bağırarak ya da fısıltıyla sorarız; “Ne yapayım?” ve kendimiz (başka kim olabilir ki?) cevabı veririz.

*

Aşağı bilinç, eo ipso [kendiliğinden] kadına atfedilemez; o, yalnızca eril bilinçten farklıdır. Nasıl ki bir erkeğin karanlıkta el yordamıyla eriştiği şeyler genelde bir kadının bilincinde net ise kadının da, özellikle az ilgi duyduğu şeylerle, farklılaşmasızlık gölgelerine dolandığı ancak erkek için doğal olan deneyim alanları mevcuttur. Kadın için kişisel ilişkiler genelde nesnel olaylardan ve bu olaylar arasındaki bağlantılardan daha önemli ve daha ilginçtir. Kadın ticaret, politika, teknoloji ve bilimin geniş alanlarını, yani eril aklın uygulamalı dünyasını, bilincin yarı gölgesine havale eder. Diğer yandan kadın, dakik bir kişisel ilişki bilinci ve erkeğin tamamen kaçtığı sınırsız ayrıntıları geliştirir. 331 Bu nedenle kadındaki bilinç dışının erkekte bulunandan farklı olan yönleri göstermesini beklemek zorundayız. Eğer erkek ve kadın arasında bu konudaki farkı yani animaya karşıt animus u karakterize eden şeyi sokuşturmaya kalkışsaydık şunu söyleyebilirdik: anima, ruh halleri üretirken animus fikirler üretir; bir erkeğin ruh halleri belirsiz bir altyapıdan çıkıyorsa, kadının fikirleri, eşit ölçüde önceki bilinçdışı varsayımlara dayanıyor demektir. Animus fikirleri, genelde kolay sarsılmayan katı görüşlü ya da geçerliliği tartışma götürmez prensipli bir karaktere sahiptir. Eğer bu fikirleri analiz edersek bilinç dışı varsayımlar ile karşılaşırız, ki bunların öncelikle varlıklarının anlaşılması gerekir, yani fikirler, görünürde bu tür varsayımlar sanki varmış gibi düşünülür. Fakat gerçekte fikirler tasarlanmış değildirler; hazır olarak bulunurlar, olumlu bir şekilde ve kadının en ufak bir şüphe duymadığı pek çok görüş ile birlikte tutulurlar.

332. Kişi, anima gibi animusun da tek bir figür içerisinde kendisini kişileştirdiğini varsayma eğilimindedir. Fakat bu, deneyimin gösterdiği gibi bir noktaya kadar doğrudur çünkü diğer faktör beklenmedik şekilde belirir ve bir insanda var olandan kökünden farklı bir duruma yol açar. Animus bir şahıs olarak değil çok sayıda şahıs olarak zuhur eder. H.G.Wells’in Christina Alberfa’s Father isimli romanında kadın kahraman, yaptığı ya da yapmadığı her şeyle ilgili olarak, sürekli olarak kendisine ne yaptığını ve ne için güdülendiğini acımasız bir duyarlılık ve gerçekçilikle söyleyen yüce ahlaki otoritenin gözetimi altındadır. Wells bu otoriteye “Vicdan Mahkemesi” adını vermiştir. Bu kınayıcı yargıç lar bütünü, veya bir tür “mürebbiyeler okulu”, animusun kişileşmesine karşılık gelir. Animus, tartışmasız, “akılcı”, ex cathedra [yetkili] yargı gücü koyan bir tür babalar ya da liderler meclisine benzer. Daha yakından incelendiğinde bu zahmetli hükümlerin, az çok bilinç dışı bir şekilde çocukluktan bir araya gelen söylemler ve fikirler olduğu, ortalama hakikat, adalet ve akla yatkınlık kanunlarının arasına, veya bilinçli ve ehil muhakeme yetersiz kaldığında (sıkça meydana gelir) bir görüşe bağlanan özetinin arasına sıkıştığı ortaya çıkmıştır. Bazen bu fikirler sözde sağduyu biçimini alır, bazen de bir eğitim parodisi gibi olan prensipler olarak ortaya çıkar.

334. Anima gibi animus da kıskanç bir sevgilidir. Gerçek bir erkeğin yerine onunla ilgili bir fikir koymada, eleştirinin asla kabul edilmediği oldukça tartışmalı gerekçeler öne sürmede beceriklidir. Animus fikirleri her zaman kolektiftir ve animanın eşler arasındaki duygusal beklentilere ve yansıtmalara saldırması gibi bireysellikleri ve bireysel hükümleri geçersiz kılar. Eğer kadına bir sevimlilik hali geliyorsa, bu animus fikirleri erkek için daha dokunaklı ve çocuksu bir şey kazanır ki bu, erkeğin müşfik, babacan, öğretmenvari bir tavır benimsemesini sağlar. Fakat kadın erkeğin duygusal tarafını canlandırmazsa cazibe dar çaresizlikler ve aptallıklar yerine kadından becerikli olması beklenir. O zaman kadının animus fikirleri erkeği oldukça kızdırır, çünkü o fikirler sadece fikir uğruna fikir temelindedir. Erkekler bu noktada oldukça zehirli olabilirler, çünkü animusun daima animayı oynaması — hiç kuşkusuz tam tersi de söylenebilir — kaçınılmaz bir durumdur, yani devamındaki tartışma anlamsız hale gelir.

335. Entelektüel kadında animus, eleştirel tartışmacılığa teşvik eder ve bu kadınlar oldukça ukala olabilirler, bununla birlikte bazı ilgisiz zayıf noktaları ifade etmede özellikle ısrar ederler ve bunu anlamsız bir şekilde esas konu halin getirirler. Ya da mükemmel derecede açık bir tartışma, oldukça farklı bir giriş ile son derece can sıkıcı bir hal alır. Bu tür kadınlar bunu bilmeden sadece erkeği öfkelendirme amacındadır ve bu nedenle tamamıyla animusun insafına kalmışlardır. “Maalesef hep haklıyım”, bu insanların bana olan itiraflarından biridir.

3 3 6. Buna rağmen nahoş oldukları kadar sıradan olan bu nitelikler, sadece ve sadece animusun dışa dönüklüğünden kaynaklanır. Animus, bilinçli ilişki işlevine bağlı değildir; onun işlevi daha çok olan ilişkileri kolaylaştırmaktır. Kadınlar düşünceleri sadece kendileri dışındaki durumlarla — bilinçli şekilde düşünmeleri gereken durumlarla — ilişkilendirirken animus, birleştirici bir işlev olarak içe doğru yönelecektir ki orada bunu bilinç dışının içeriği ile birleştirebilsin. Animusla uzlaşma tekniği, animadakiyle aynı prensibe dayanır; sadece burada, kadın, eleştirmeyi ve düşüncelerini belli bir mesafede tutmayı; bunları baskılamak için değil kökenini araştırarak aynı erkeklerin animayla olan ilişkileri gibi ilkel imgeleri keşfedeceği arka plana daha derin bir şekilde geçmeyi öğrenmelidir. Animus, bir bakıma tüm kadınlardaki erkeğe dair ata deneyimin birikimidir— hatta bununla da sınırlı değildir, aynı zamanda yaratıcı ve üretkendir, ancak bu, eril bir yaratıcılık anlamında değil bizim veya sperma söz diyebileceğimiz bir şeyi meydana getirmesi anlamındadır. Bir erkeğin kendi içindeki dişil doğasından tam bir yaratım olarak bir yapıt meydana getirmesi gibi, bir kadının içindeki eril kısım da erkeğin dişil kısmını verimli kılacak güce sahip yaratıcı tohumlar meydana getirir. Bu, yanlaş ekildiğinde kötü bir dogmacı ve despot bir pedagoga dönüşebilen femme inspiratrice [ilham veren kadın] olacaktır – kadın hastalarımdan birinin yerinde bir şekilde ifade ettiği gibi “animus merakı” ortaya çıkacaktır.

Animusun hakim olduğu bir kadın her zaman kendi dişilliğini, uyum göstermiş dişil personasını kaybetme tehlikesi altındadır, tıpkı bir erkeğin benzer koşullarda feminen davranma riskini taşıması gibi. Bu psişik cinsiyet değişimleri, içe ait bir işlevin dışa döndürülmüş olmasından kaynaklanır. Bu sapmanın sebebi açık bir şekilde, dış dünya karşısında bağımsızca duran ve uyum kabiliyetimiz üzerinde ciddi bir baskı yapan iç dünyayı kabullenmedeki yetersizliğimizdir.

Ama genelde kadının yeri, sadece hisseden, görmezden gelen ve görmek istemeyen erkeğin yanı olduğundan, kadın, ardında doğruya yakın bir sonuç elde etmeden her şeyin imkanlı ya da imkansız olarak kestirilebilir olduğu daha doğrusu görülebildiği nüfuz edilemez bir maskeymiş gibi belirir. Temelde kişinin, diğerinin psikolojisinin daima kendisininkiyle özdeş olduğunu düşünmesi, dişil psikolojiyi doğru anlamayı etkili bir şekilde engeller. Bu durum, kadının bilinç dışı ve pasifliği ile kışkırtılır. Her ne kadar bunlar, biyolojik bakış açısından faydalı olabilse de; kadın, erkeğin yansıtılmış duygularına inanmaya kendisini ikna eder. Hiç şüphesiz bu, genel insan karakteristiğidir fakat kadında tehlikeli bir bükülme ortaya çıkarır. Çünkü bu konuda kadın saf değildir ve erkekler tarafından ikna edilmeye izin veren sıklıkla sadece o kadının niyetidir. Temelde Benini ve iradesini erkeği engellemeyecek ve kendisinin kişiliğine dair erkekteki niyetleri gerçekleşmeye davet edecek şekilde arka planda korumak doğasına uyumludur. Bu cinsel bir kalıptır fakat dişil psişede etki alanı geniştir. Kadın, gizli amaçlı pasif bir tutum sürdürerek, erkeğin amaçlarını fark etmesine yardım eder ve bu şekilde onu tutar. Aynı zamanda kadın, kendi sıkıntıları içerisinde sıkışır, başkalarının kuyusunu kazan her kimse, önce kendisi oraya düşecektir.

Toplumsal bağımsızlığa yönelik bu adım, ekonomik ve diğer faktörler için gerekli bir yanıttır fakat kendi içinde sadece bir belirtidir ve bizim en çok endişelendiğimiz şey değildir. Hiç kuşkusuz bu tür kadınların fedakarlık cesareti ve yeteneği hayranlık uyandırıcıdır, ve sadece kör biri tüm bu çabaları ortaya çıkaran iyiliği görmeyi beceremez. Fakat kimse bir erkek gibi eril bir meslek edinip, okuyup çalışmakla inandırıcı olamaz, kadın, dişil doğasına doğrudan yaralayıcı değilse de tümüyle uygun olmayan bir şeyler yapıyordur. Çinli erkekleri dışarıda bırakırsak bir erkeğin bile zar zor yapabileceği şeyleri yapıyordur. Örneğin bir erkek, dadılık ya da anaokulu işletmeciliği yapabilir mi? Yaralama konusuna gelince sadece fizyolojik değil psişik yaralamadan da bahsetmekteyim. Bu, bir erkeğin sevgisi için her şeyi yapabilen kadının sıra dışı bir özelliğidir. Fakat bir şeyin sevgisi için önemli şeyler başarabilen kadınlar, oldukça istisnadır. Çünkü bu, doğalarıyla gerçekten bağdaşmamaktadır. Bir şeye sevgi duymak, erkeğin imtiyazıdır. Fakat eril ve dişil unsurlar, insani doğamız içerisinde birleştiklerinden, bir erkek kendisinin dişil kısmında, bir kadın da kendi eril kısmında yaşayabilir. Buna karşın erkekteki dişil unsur kadındaki eril unsur gibi sadece arka planın bir parçasıdır. Eğer kişi kendi içinde karşı cinsi yaşıyorsa kendi arka planında yaşıyordur ve kişinin gerçek bireyselliği acı çekmektedir. Bir erkek, erkek olarak yaşamalıdır, bir kadın da kadın olarak. Her iki cinsiyetteki karşı cins unsur, bilinç dışına tehlikeli bir şekilde yakındır. Hatta farkındalığı olan zihin üzerindeki etkilerinin karşıcins bir karakteri olması, özgün bir durumdur. Örneğin ruh (anima, psişe), eril bilinci ödünleyen dişil bir karaktere sahiptir (İlkeller arasında mistik eğitim, Katolik rahibin işlevine karşılık gelen oldukça eril bir ilgidir).

…Bilinçdışının dolaysız durumu, bilinç süreçleri üzerinde manyetik bir etki ortaya koyar. Bu, sahip olduğumuz bilinçdışı dehşetini ya da korkusunu açıklar. Ayrıca bu, farkındalığı olan zihnin kasıtlı savunma tepkimesidir. Karşı cins unsur, korkuyla ve hatta tiksintiyle çınlayan gizemli bir cazibeye sahiptir. Bu nedenle bize bir kadın görünü münde doğrudan dışarıdan değil de özellikle içeriden psişik bir etki olarak, örneğin kendisini bir ruh hali ya da duygulanıma terk etme cazibesi biçiminde geldiğinde bu sihir ilgi çekici ve büyüleyicidir. Bu örnek, kadının karakteristiği değildir çünkü bir kadının ruh hali ve duyguları doğrudan bilinç dışından gelmez ama bunlar dişil doğasına özgü bir durumdur. Bu nedenle asla naif değillerdir fakat onaylanmamış bir amaçla kaynaşmışlardır. Bilinç dışından kadına gelen şey, onun ruh halini sadece ikinci dereceden bozan bir çeşit fıkirdir. Bu fikirler, kesin hakikat olma iddiasında bulunurlar ve bilinçli kritiğe ne kadar az maruz kalırlarsa o kadar değişmez ve iflah olmaz oldukları görülür. Bir erkeğin ruh hali ve duyguları gibi oldukça belirsiz ve bütünüyle bilinç dışıdırlar, ne oldukları nadiren fark edilir. Aslında kolektiftirler ve karşı cinsiyetin karakterini barındırırlar, sözde bir erkek — örneğin baba —onların düşüncesine sahipmiş gibi. Dolayısıyla erkek mesleği ile meşgul bir kadının aklının, kendisinin fark edemediği fakat çevresindekiler için oldukça belirgin olan bilinç dışı eriliğinin etkisi altında kaldığı olur —aslında bu durum neredeyse bir kuraldır. Kadın, sözde prensiplere dayalı bir tür katı düşünsellik geliştirir ve en rahatsız edici biçimde daima yanlış olan argümanlarla onları destekler ve küçük şeyleri gerçekte orada olmayan bir problem içerisine sokar. Bilinç dışı kökenli varsayımlar ve fikirler, kadının en fena düşmanıdır; onlar, erkekleri öfkelendiren ve bezdiren mutlak şeytani bir tutku haline gelebilirler, dişiliklerinin cazibesi ve anlamını derece derece bastırıp arka plana iterek kadınlar kendilerine en büyük zararı verir. Bu tür bir gelişim doğal olarak şiddetli psikolojik ayrılma yani nevroz ile sonlanır.

Doğal olarak bunların bu boyuta varmasına gerek yoktur, fakat bu noktaya ulaşmadan çok önce kadının zihinde erilleşmesi istenmeyen sonuçlar çıkarır. Belki de kadın, bir erkeğin duygularına erişmeden ona iyi bir yoldaş olabilir. Bunun sebebi, kadının animusunun (yani kadının eril rasyonalizmi ki bu kesinlikle doğru bir mantık değildir!) kendi duygularına yaklaşmasını engellemiş olmasıdır. Kadın, kendi eril akıl tipine uygun olan eril cinsellik tipi karşısında savunma olarak soğuk olabilecektir. Ya da savunma tepkimesi başarılı değilse kadın, anlayışlı cinsellik yerine daha çok bir erkek karakteristiği olan saldırgan, ısrarcı bir cinsellik biçimi geliştirir. Bu tepkime, yavaşça yok olan erkekle bir bakıma cebren bir köprü kurmak için tasarlanmış kasıtlı bir fenomendir. Üçüncü bir olasılık, özellikle Anglo Sakson ülkelerde tercih edilen eril rolde isteğe bağlı eşcinselliktir.

Benzer durumlar günümüz Avrupa’sının kadınlarında da meydana gelmektedir. Kabul görmeyen ve yaşanmayan şeyler arttıkça bilinç dışında birikir ve bunların etkisi olması kaçınılmazdır. Sekreterler, daktilocular, tezgahtarlar tümü bu sürecin temsilcileridir. Milyona varan yeraltı kanalı aracılığıyla evliliklerin altını oyan bir etki dolaşmaktadır. Çünkü tüm bu kadınların tutkusu cinsel maceralara kalkışmak değil — ancak bir aptal böyle olduğuna inanacaktır — sadece evlenmektir. Bu saadetin sahipleri, genellikle salt güçle değil bir yılanın sabit bakışı gibi, bildiğimiz kadarıyla, sihirli etkilere sahip sessiz ve inatçı arzuyla yerinden edilmelidir. Bu, şimdiye dek kadınların yoluydu. eskimiş kavramlara dayanarak kadın kıskançlığa daha derinden sarılabilir. Fakat bunlar sadece yüzeydedir. Ne Romalı soylunun gururu ne de imparatorluğun kalın duvarları, kölelik hastalığını dışarıda tutmaya yaramamıştır. Benzer şekilde hiçbir kadın belki de kendi kız kardeşinin kendisini kuşattığı gizli, zorlayıcı ortamdan ve asla yaşamadığı hayatın boğucu ortamından kaçamaz. Yaşanmamış yaşam, sakin fakat merhametsizce çalışan, yıkıcı ve karşı konulmaz bir güçtür. Sonuç, evli kadının evlilik ile ilgili şüphe duymaya başlamasıdır. Evlenmemiş olan da buna inanır çünkü bunu isterler. Erkek de aynı ölçüde rahatlık sevgisi ve kurumlara olan duygusal inancından dolayı evliliğe inanır ki onun için bunlar daima duygu nesnesi olma eğilimindedir.”

C. Jung, Feminen- Dişiliğin Farklı Yüzleri

Leave a Reply

Your email address will not be published.


Notice: ob_end_flush(): failed to send buffer of zlib output compression (0) in /home/kozmikpsk/public_html/wp-includes/functions.php on line 5221