Sevgililer Günü yaklaşırken sevgi dinamiklerinden konuşalım…
Çağın etkili düşünürlerinden Carl Jung, insanın kontra-cinsel parçalara sahip oluşuna dair şöyle der; “Her erkek , kendi içinde dişinin ebedi imajını taşır, şu veya bu belirli bir kadının imajını değil, ama kesin bir feminen imajdır. Bu görüntü, esasen bilinçsizdir, erkeğin canlı organik sistemine kazınmış, ilkel kökenli bir kalıtsal faktör, atalarının tüm deneyimlerinin bir dizisi ya da ‘arketipi”, kalıtsal bir psişik adaptasyon sistemi. Hiçbir kadın var olmasa bile, herhangi bir zamanda, bu bilinçsiz imajdan bir dişinin psişik olarak nasıl oluşturulması gerektiğini çıkarmak mümkün olacaktı. Aynısı kadın için de geçerlidir: doğuştan, erkeğin bir imajına sahiptir. Bu imaj bilinçdışı olduğu için, sevilen kişinin üzerine bilinçsiz bir şekilde yansıtılır ve tutkulu çekim veya isteksizliğin başlıca nedenlerinden biridir. Kadının animası yok, ama bir animusu var. Anima, erotik, duygusal bir karaktere sahip, animus rasyonelleştirici bir karaktere sahip. Bu nedenle, erkeklerin kadınsı erotizm ve özellikle kadınların duygusal yaşamı hakkında söylediklerinin çoğu, kendi anima projeksiyonlarından türetilir ve buna göre çarpıtılır. Öte yandan, kadınların erkeklerle ilgili yaptıkları şaşırtıcı varsayımlar ve fanteziler, tükenmez bir mantıksız tartışma ve yanlış açıklama kaynağı üreten animusun faaliyetlerinden kaynaklanmaktadır.” (1)
İnsan bütün-tamam hissetmek için, kendi içinde bu parçaları dengelemeyi arıyor, bilinçli yada bilinçsiz. Bir partnerle birleşim, içimizdeki denge ihtiyacımızın bir yansıması. Başka bir deyişle, sevgide ilişki kurma ihtiyacı, evrensel bütünlük ve birleşme güdüsünün manifestosu. Çoğumuz için sevme ve diğer ruhla birleşme arzusunun bu kadar güçlü olmasının nedeni böylece.
İçsel bütünlük arayışı, genelde sevgi-aşk ilişkilerimizde ifade bulur. Sevgi-aşk “aşkın” ( transcendent) bir niteliktir, hepimizi çeken. Mistikler şöyle der; “Eğer gelişmek istiyorsan, önemli olan çok fazla düşünmek değil çok fazla sevmektir, dolayısıyla, seni sevgiye uyandıran şeyi yap “ Psikolojik açıdan, içsel evlilik, Jung un bireyselleşme (individuation) kavramıyla kapsanır. Jung bütünlük güdüsünün, psişenin yapısında olduğunu ve yaşam boyu açığa çıkan bir süreç olduğunu belirtir. Bireysel bütünleşme, doğal bir süreçtir ve içsel birleşme , özünde, her bireyin ruhsal sağlığı için asıldır.
Doğum:
Annenin içinde hissedilen ‘bir’liğin ardından doğum ilk fiziksel ayrılık deneyimi olarak önemlidir. Anne ile çocuk arasında kurulan duygusal bağ ve bağlanma şekilleri yaşamın sonraki evrelerindeki ilişki modellerinde de önem taşır. Sevgi-aşk ilişkilerinde ilk birlikteki sevgiyi bilinçsiz olarak aramak ve iyileşme ihtiyacımız söz konusu. İlk ilişkilerimiz anne-baba ile olur, ve bu ilişkiler sonraki ilişkilerimizde, özellikle yakın ilişkilerin şekillenmesinde etkilidir. Jung şöyle belirtir; “Bilinçsiz motivasyonlar kişisel ve genel doğadadır. Her şeyden önce, ebeveyn etkisinden kaynaklanan nedenler vardır. Genç adamın annesi ile kızın babası ile ilişkisi bu açıdan belirleyicidir. Olumlu ya da olumsuz olarak, bilinçdışı karı koca seçimini etkileyen, ebeveynlere olan bağın gücüdür. Her iki ebeveyne yönelik bilinçli aşk(sevgi), benzer bir eş seçimine yönlendirirken, bilinçli olmayan bir bağ (ki hiçbir şekilde, kendisini sevgi şeklinde, bilinçli olarak ifade etmesine gerek yoktur) seçimi zorlaştırır ve karakteristik değişimlere neden olur. Onları anlayabilmek için, kişi, önce ebeveynlerle olan bilinçsiz bağının nedenini ve hangi şartlar altında bilinçli seçimi zorla değiştirdiğini ve hatta engellediğini bilmek durumundadır. (1)
‘Öteki’ Olmayı Anlamak Bir canlıyla ilişkilenmek ( insan yada hayvan ) , başka türlü mümkün olmayan şekillerde bizi birlik ve bütünlüğe açar. Bu süreçte, farklılıkların sürtüşmesiyle gelen rahatsızlık, “diğeri olmak” denilen şeyle baş etmeyi öğrenmeye yoldur. (Bizim için ‘öteki’ olan için de biz ‘öteki’ değil miyiz…) Bu kabulle, bize göre 2öteki ‘olana uzanma yoluyla, kendi içsel bütünlüğümüze yol alırız. Bu ilke, bütün içsel süreçlerde geçerlidir. ‘İlişkilenmeyen insan , bütünlükten yoksun kalmaya meyleder, zira bütünlük, sen ve ben in kombinasyonudur, ve bunlar doğası, gül, çark, çember, yada Slois et Lunae ( Güneş ve Ayın mistik evliliği) gibi semboliklerle anlaşılabilen aşkın Birliğin parçalarıdır.” (Jung,1985)
Kayıp Bütünlük için Ağıt : Neden aşkı ararız ? Ruhumuzun derinlerde bir yerinde hepimizin sevgiye, bütün ve bir olmaya dair taşıdığı bir his vardır. Aynı zamanda bu bütünlüğü kaybetmiş olma hissi de vardır ( Bütünlükten bir ayrılış anı olarak, anneden dünyaya doğmak.. ) ki arayışımızın yakıtıdır, bize o tamamlanmayı verecek olanı… Bu çoğu zaman kalplerimizde hissettiğimiz isimsiz özlemdir, ve mükemmel kişiyle karşılaşınca iyileşeceği düşünülür. Diğer yarımızı aramak, bizi tamamlayacak olanı yada ilahi gizeme götürecek olanı aramak. Ait olmuş ve kaybetmişizdir. Büyük mitlerin temel doğası birlik haline dönme mücadelesidir. Bu özlem, dinlerle yada günlük hatta ifade edilse de, bizi aynı yere götürür, eve dönme isteği…
Sevgi, hem İnsani Hem İlahi: Sevgi arayışımız, böylece, arketipsel, zamansız ve evrensel. Ruhsal ilerleme ve içsel bütünlük yolculuğu, sevgi arayışımız, birlik ve bütünlük anlamında İlahi olanı arayışımızdan farklı bir şey değil. Aşkın doğasından ötürü, sevgi-aşk insanı ilahi olana götürebilir. Ve bazen sevmek ( ve kaybetmek) kendi ruhlarımızın derinliklerine ulaşmaya yardım ederek ruhsal yolculuğumuzun yakın parçası haline gelir. Kısacası, bizi tamamlayacak insanı arayışımız aynı anda kendi içsel bütünlüğümüzü arayışımızdır. Bu anlamda, aşk-sevgi deneyimlerimiz inisiasyonlar haline gelir.
Ayrılık : Bugün, Jung un son yüzyıla dair tespiti olan ruh kaybını yaşıyoruz, artan şekillerde parçalanma ve hayatların da parçalanması, aynı zamanda, bütünlük arayışımızın aciliyet kazanması demek. Parçalar halinde düşünüyoruz. Sevgi insanca ve ilahi tutku, doğamız gereği olmasına rağmen, içimizde bu iki parçayı, sıkça, ayırıyoruz. İnsanca ve ilahi olan sevgi arasındaki bu ayrışım ya da bölünme, sevgiyle ilgili zorluklarımızın temelinde yatıyor. İçsel olarak ayrıldığımızda, bütünlüğümüzü kaybettiğimizde yaşanan kayıp, kendisini, insanın kendine olan inancındaki kayıp olarak göstermekte. Sevgi ve arayışı , bu anlamda, içimizde ilahi olana nasıl dokunduğumuz, onunla ilişkimiz , kendi içimizde birlik ve iyileşmeyle aramızdaki hikayenin yansımaları olsa gerek. Temel olarak, acıya neden olan, “ayrılık” hissi ve bu aynı zamanda bize “ilişkilenme” ihtiyacını hissettiren de, demek mümkündür.
Sevgi ve İyileşme: Sevgi bize ruhlarımızda ve içsel yaşamımızdaki bağlantı kaybını iyileştirme şansını sunar. Yakın sevgi ilişkileri, çocukluk yaralarını ve geçmişin izlerinin üzerine çıkmayı mümkün kılar. Bunu izole olarak yapmak, imkansıza yakın, zor. Bazı insanlar diğerleriyle ilişkilenmeden, içsel çalışmayı yapabileceklerini düşünür. Yalnızken bilinçli olmak kolaydır. Ancak, yalnızlığına kapanan için ilişki bir meydan okuma haline gelebilir. Elbette, yalnızlık içinde belli miktar iyileşme yaşarız, ve bu bazen gereklidir ancak salt yalnızlık içinde büyüyemeyiz. “Bir insanın diğerini sevmesi önümüzdeki işlerin, belki de, en zorudur, en sonuncu , nihai test ve kanıt, diğer işlerin kendisi için sadece bir hazırlık olduğu bir iş “ (Rilke, 1992).Bir insanı sevmek, kalplerimizi açar, şefkati deneyimlemeyi getirir. Ancak, ayrılık hissiyatımız nedeniyle, sevgi-aşk belirsizlikte kilitli kalabilir. Dediğimiz gibi, bize “dışarıda” olanı hayal etmeye eğilimimiz vardır. Orada dünyada bir yerlerdedir ve eğer şanslıysak sevilebiliriz. Görmeyiz, o içimizdedir, sevgi bizizdir; sevginin “dışarıda” görünen-bazen sanılan- hali, varlığımızda olanın yansımasıdır.
Ruhsal Bir Açılış Olarak Kalp KırıklığıSevmek , kalbi acı ve neşeye açmakla ,ilgili. Kaybetme deneyimi, kırılganlığımızın yansımalarını taşır. Bir noktada kalplerimizin kırılacak olması , olası bir kader olsa da , bu kalp kırıklığının kalbi açmaya yardımcı olduğu daha az anlaşılır bir konu, malesef. Ve bu açılış ilahi , sonsuz sevgiye olur. Sufilerin, Tanrıya bir duası vardır,” kır kalbimi, öyle ki sonsuz sevgi için yeni bir oda yaratılsın. “ Bir sevgiyi kaybetmek, paradoksal olarak, insanı kalbin kutsal bilgeliğine götürür. Büyük bir kırılganlığın içinde, daha derin bir zeka gelir; başka bir insan için hissetmeyi, kendimiz için hissetmeyi, dünya ve Yaratıcı için hissetmeyi içeren , kapsayan. Bir çocuk gibi sevebilmeyi mümkün kılan, kalptir; tam olarak sevmek, iğneleme, küçümseme kabuğu olmadan” (Pinkola Estes,1992).Kalp kırıklığı bu anlamda, kutsal bir inisiasyondur. Kalp kırıklığını iyileştirmeye yolculuk mitlerde ve hikayelerde geçmektedir. Yolculuk, çaba, ölüm ( egonun ölümü) ve yaşamın yeniden doğuşunu anlatır. Bu yolculuğun bir kısmı , ızdırap için istekli olmayı ve bir süreliğine sürgünü içerir. Sembolik olarak, sürgündeyizdir, zira kalbimiz kırılmıştır ve bölünmüş hissederiz, ve ait olmayı aramaktayızdır. Ruhun karanlık gecesini yaşamak zorunda kalırız. Karanlık gece ölüme benzer, bildiğimiz her şeyin çözüldüğü. Kalelerimizin yıkıldığı ve askerlerimizin öldürüldüğü. Savaş yapılmış ve kaybedilmiştir. Hayallerimiz yıkılmıştır. Ve yorgun kalbimiz, artık var olmayan ilişkiyle birlikte ölmek zorunda kalır.
İçsel Sevgilinin Uyanışı Yolculuğun sonunda, karanlık gecemizin sonu, içsel sürecimiz, eğer doğru yaşanırsa, içsel sevgiliyle karşılaşmayla sonuçlanır, kaybedilmiş aşktan boşalan yerde, kendimizi buluruz. Diğeri için ihmal ettiğimiz ( etmemiz gerektiğini düşündüğümüz) şeyi keşfederiz.
“Zaman gelecek, sevinçle, Kendini karşılayacaksın, kendi kapında
Kendi aynanda,
Ve biriniz diğerine gülümseyeceksiniz
Ve diyeceksiniz, otur, ye.
Yine seveceksin, yabancıyı, kendin olan… “(Walcott, 1985)
Kaybedilen aşkta bulduğumuz, budur.
11.2.2019 Alev Topçu
Kaynaklar :
1 ) in The Development of Personality (1954/1991), Volume 17 of The Collected Works of C.G. Jung
2) innermarriage/ psychologytoday