Sevgi , iyilik vs dilerken, nefretten nerdeyse güç alan, oh olsun demeyi dört gözle bekleyen bir yapıyı yaşıyoruz.
Ne perhiz ne lahana turşusuna psikososyal bir yakın bakma zamanı…
İnsanlık ailesinin ortak paydasında haksızlığa uğramışlık , doğan içerleme ve öfke, patlamaya ramak duruyor. Haksız denilene sorulsa, o da haksızlığa uğradığını söylüyor. Zalim denilen de mazlum denilen de, zamanın devir daiminde, bu değirmenden geçiyorsa, herkesin haklı olduğunu varsayalım, bir anlığına, herkesi eşitleyelim.-O zaman haksızlığa uğramış olmak kimseyi pek de özel yapmıyor, farklı kılmıyor-
Sonra, “Kim haklı” sorusunu bir yana bırakalım. Soruyu değiştirelim ; haksızlığa uğramışlık hissini nasıl işliyoruz, bu duygu-durumla ne yapıyoruz ?Farkı yaratacak, dikkati kişisel çatışmalardan , süreci işlemeye, dinamikleri anlayışa verebilecek soru…
Kolektif linç deneyimleme alanı bazı sosyal medyada nefret söylemleri sıradanlaşır, bir insanı beğenmemenin, yaptıklarını onaylamamanın o kişinin şahsiyeti-değerlerine, yıkılsın-yok olsun arzusuyla saldırmaya hak verdiğini zannetmek türerken, dün, öteki’ne, saplanan “kolektif döner bıçak” yarın o bıçağı sallayanın kendisine dönüvermekte. Kimsenin birbirine ve insanın insanlığına tahammülünün kalmadığı yerde…
Birbilinçsek, toplumsal olanın bireysel çekirdekten geldiği akılda, bu durum nasıl bir bilinç/sizlik’in yansıması olabilir, bu durum ne söylüyor ?
Dikkatimize bir pencere açalım; burada kilit, seviyoruz dediklerimizden ziyade sevmediklerimiz- onaylamadıklarımızla nasıl ilişki kuruyoruz etrafında, dönüyor. Onlarla kurduğumuz ilişki, seviyoruz dediklerimizle ilişkimizle de en derinde ve mecburen etkileşiyor, aynı insan-nesneye duyulan sevgi-nefret duygusunun dönüşümünü yaşayanlar demek istediğimi anlayacaktır.Sevmediğimiz-onaylamadığımız şeyin manzaramızda olmasını istemiyoruz, bunu doğal kabul edelim. Peki o insan yada durumun gözümüzün önünde var olmasına , bize dokunmasa da , tahammülümüz ne kadar ?
-Acı Bir Tablo-
Beğenmediğimiz bir resim tablosuyla karşı karşıya durduğumuzu hayal edelim. Bu tabloyla hoşlaşmıyoruz ama yerimizden kalkıp onu kırmaya kalkmıyoruz da. Peki , beğenmediğimiz, onaylamadığımız kişinin yok olmasını, acı çekmesini neden istiyoruz? O kişi canımızı yaktı, tablo yakmadı, evet. Burada doğal görünen-sorgulanası bir kabul var. Kendi acı-kırgınlığımız karşıdakine acı verme hakkı- yada onun da acı çekmesi gerekliliğini nasıl,neye dayanarak doğurur??Çoğun, acı-kırgınlık kaynaklı haklılık duygusunu bize güçlü hissettirdiği için elimizde tutuyoruz, tuttuğumuz kadar…
Karşı tarafın acı çekmesini istemenin içinde onu bundan sorumlu tutmak da durur; bana şunu yaptı” ( kim izin verdi ; bir gizli özne olarak, yapılan… ) Dolayısıyla bana haksızlık etti. Baştaki soruya dönüyoruz, bu acıdan doğan öfke ve altındaki incinmeyle haksızlığa uğramışlık hissini nasıl işliyoruz, işleyeceğiz?
Peki, karşı tarafı, eli kolu dili-yapabilirliği olmayan bir tablo olarak gördüğümüzde ne olur ? – tablo- hoşlanmadığımız kişi-durum, ama elsiz ve kolsuz, öyle duruyor. Ortada bir nahoşluk ve ötesi acı var, tabloyla aramızda. Peki bunu kim yaptı? Faili bulmamız gerek, faili bulmak sorumluluğu da atmak mı demek ? Cezalandırmak mı istiyoruz, cezalandırınca rahatlayacak, düzelecek olan ne peki ? Acı, tablo ile aramızda duruyor, faili bulamadık hala. Ama yine de kırgınlığın, acının bir önemi var, neden ? İnsan acısı olmadığında kimdir-nedir , yoksa insanı yapan hikayelerden biri mi eksilir ? Evet, insan acıya oldukça tutunuyor. Yine de acı-kırılmışlık , failleri bir kenara konularak tek başına okunmalı, elsiz kolsuz tabloyla aramızdaki duran nahoş kırgınlık gibi.
Acı, sonra fail- taraflarla ilişkili olarak bu benim hangi noktama dokunuyor, beni neden yaralıyor, ve bu yara bana ne demek istiyor diye işlenebilir. Ortak acı-kırgınlığın işbirlikçileri saptandığında kim kime ne yaptı sorulabilir, daha iyisi, “etkileşimin ortak alanında, bu neden oldu?” Bu soru kendimizi ve ötekini imha etmek için değil, aradaki ilişkiye yansıyan, ötekinin varlığında ve kendi varlığımızda bir tamamlanma ihtiyacına ışık tutsun diye soruluyor olmalı.
Onaylamadıklarımızla, canımızı yakanlarla etkileşimlerin, kişisel tarihimizde, hikayemizde uyandırdıkları elinden, kendi yapımızda olanı biteni, eksiği gediği görmek böylece mümkün olur, karşındakini , bir an, bir tablo gibi dondurup, kendi elinden kendine neyi, neden verdiğini , hak gördüğünü fark etmek, mesaisi…
Gölgeyi çalışmak , tam da burada söz konusu. Yakın ilişkiler ve ötesinde toplumsal alana yansıyanlar o zaman gösterir ki, dışarı olan çoğu zaman, bizatihi içeridir, dışarıda en kabul edilmez olan, görünmez bağlarla, faili meçhul-anonim olsa da birey birey içimizde henüz görülmemiş yerlere bağlıdır, oraları dürter , k-aşındırır. Anlayışın dokunuşuyla işlendikçe bu yansı-t-malar ben-sen, haklılık haksızlık yanılsamaları çözülmeye başlar; birlik-te.
Bu sürecin işlemesi için , karşımızdakini gösteren parmağı indirmek, suçlama üzerinden haklılık kaygısını salıvermek durumundayız, “bu işte benim payım ne ? sorusu bu noktada iş görür. Öteki güvenilmez ise güvenilmez olanla hangi dinamikle ilişki kurdum, o dinamik bende neyin tamamlanma , iyileşme ihtiyacına işaret ediyor ? Haksızlığa uğradığım bir durumun içindeysem, kendime hakkımı teslim edebiliyor muyum? İyi-kötü yargılarının ötesinde, kendimde görmekten hoşnut olmadığım, gölgelere kaçan taraflarım neler ?
Psişeyi anlayışla bütünlemeye yönelik bu soruları, çoğun, bize sevimli gelmeyen, kimi durumda kıran, kimisinde arkadan vuran, düşman denilen, kimisinde başka türlü zorlayan ilişkiler içinde sorabiliyoruz. Bütün süreç, nihayetinde, özümüze varmak için, o öz neyi taşıyorsa, neysek o olmak için, oluyor olmalı… C. Jung’un “individuation” diye isimlendirdiği-,sentez ve bireyselleşme süreci, böylece…
Kendimizle yüzleşmenin aynasında, yansımalar tespit edildikçe ne olduğumuz berraklaşıyor, iyisiyle kötüsüyle
Gölge , kendisine bakılmadığında yok olmuyor.
-Çözül Öfke –
Haksızlığa uğramışlık duygusunun doğurduğu içerleme , öfke , kırılma var dedik.
Neden, neye öfkeli insan ? Hatalarımıza, hatalarına, canımızı yakmalarımıza, canımızı yakışlarımıza, cümleten her şeye kendimiz dahil , öfke…
“yok olsun , benim ç-ektiğimi ç-eksin ” derken insan, doğa da benzer titreşmekte, dikkatimize; dünyanın birdil’i var.
Gördüğümce, ötekinin acısından, salt acıdan zevk alanlardan çok, kendi mutluluğunun , başarısının başkasının acısına, ezilmesine bağlı olduğunu ‘öğrenmiş’ liklerle, değersizlik duygusuyla görerek dokunduğunu değersizleştirmeler çalışıyor. Bu bize, bir şeyler , birileri tarafından öğretilmiş. Birlikte-aynı anda mutlu olabileceğimize inanmıyoruz, en derinde. Bir yandan da acilen mutlu olmak istiyoruz, Ya mutluluğu, hep birlikte arıyor, öğreniyorsak, tavşan deliğinde…
Birbilinç olduğumuzun , birliğin bilincinde olmak , ötekinin acısıyla acımak demek değil mi? Ya hak ? Hakkın anlaşılması haksızlıktan geçmeyi gerektiriyorsa, hala , burada işlenmesi gerekenler varsa ? Haksızlıktan geçiş , yukarıda söz edilen, dışarıda görünen haksızlığın kendi içimizde, kendi ruhlarımıza kök salmış yapılarını görmemiz için olmaktaysa ? Nihayetinde hepsi insan olma halini, olduğumuz şeyi olduğu gibi kabule varıyorsa ( değişim denilen, anda olanı olduğu gibi görüş-kabul olmadan mümkün müdür )
Her türlü zorluk, acı vb bütünün hayrına ve kemale niyetle gelmekteyse, haksızlık denilenden geçmek toplumsal-bireyselde , neyin dönüşümü için olabilir ? Dönüşmeyi seçtiğimiz neyse onu, aslında. Dönüşülmesi gereken , öfke ve intikam dolu, yaşadığımı yaşasın’cı , intikamcı bir tavır diyorsak bu zaten bize yapıldığını savunduğumuzun aynısı, bize yapılanla aynı frekansta titreşmek olası…
Alternatif dönüşüm, ötekini –insan ve diğer canlılar- incitmenin kendimizi incitmek olduğunu, ötekini incitmeye yönelen öfkenin kendi varlığımızda tanınmamış ihtiyaçlara, kendini bütünleme potansiyeline işaret ettiğini , ve dolayısıyla birlikte kurabilecekken birlikte yıkıma dönen şey’in varlığını görmek olabilir.
“Sınır koymamız gerekiyor, hakkımızı savunmayacak mıyız? ” denilecektir. Evet ama öfkeyle , nefret ederek olmak zorunda değildir. Nefret bir seçimdir.Bir anne, çocuğu, kendisi için zararlı bir şey istediğinde, ona şefkatle hayır der , hayırıyla çektiği sınırda şefkat duyulur, değil mi , nefretin esamesi okunmaz orada. O halde soru, “neden nefretsiz, incinmesiz, kendi varlığına hakkını verdiğini hissederek , diğerine bir kırgınlık yöneltmeden hayır diyemiyor, sınır çizemiyor insan ?” Bu , bireysel sorumluluğumuz, kendimize borcumuzken, ötekinin burada suçu , bu durumda gücü ne ?
Çözülmemiş öfkenin kaynağını işlemek için kendi içimize bakmak , kendi varlığımıza şefkat yerine yargı-korkuyla eziyet ettiğimiz, yaşamın kendisiyle birlik bilincinden ayrı düştüğümüz yerleri görmek, yaşamın nasıl yürüdüğüne dair yanılsamalarımızı yıkmak, bu böyledir dediklerimize acaba payı bırakmak, iyinin de kötünün de öğreten tarafına kendimizi açmak durumundayız ; toplumsal’a yansıyan , bireyin çekirdeğinden…
“Bana şunu yaptı, canı yansın” demek yerine iyi olsun, aydınlansın dursun” diyebiliyor muyuz?
Hayatımıza iyi veya kötü görünümlerde ( her halükarda öğretici şekilde ) dokunmuş olanları teşekkür ve duayla kendi yollarına uğurlayabiliyor muyuz ?
Dünyaevi’nde , hakkın yerini bulması öz değerden gelen hakkımızı birey birey tanıma- sahiplenmeyi, gücümüzü bütünün hayrına eylemlere yönlendirmeyi, acı-kırgınlığın yerini şefkatin can suyuyla iyileştirmeyi istiyor.
Tünelde, eli mecbur yol, yürünür; nefret ve öfke kusa kusa yıka(na)rak yada acı-yarayı şefkatle sararak,
insan
elimizde-n
6.7.2020
Alev Topçu
“Ve sizler, adaletin ne olduğunu bilenler, tüm amellere gün ışığında bakmadan bunu nasıl anlayacaksınız? Ancak o zaman dimdik ayakta duran ile düşenin aslında aynı insan, kendi cüce özünün gecesi ve tanrıözü gündüzünün arasında alacakaranlıkta kalan biri olduğunu bilirsiniz.. Ve bu tapınağın köşe taşı, onun altındaki temel taştan daha yüksek değildir.” Cibran